KASTAMONU VALİSİ
    NURULLAH ÇAKIR



              bir rum prensesin ve türk gencinin efsanesi 


Anlatılanlara göre, Türk gencine aşık olan prenses Moni, bir gün gizlice kale kapılarını Türkler`e açar ve Türkler`in kaleye girmesine yardım eder.

Kızın babası bunu öğrenir ve "Kastın neydi Moni"
diye sızlanarak, onu surlardan aşağı atar. Prensesin cesedi 40 parçaya ayrılır ve kale dibine gömülür. O günden beri de şehrin adı Kastamonu olarak anılmaya başlar. Tabii bu sadece bir efsane. Kastamonu`da herkes bu efsaneyi bilir ve şehri tepeden gören kaleye çıktıkları zaman mutlaka Moni`nin mezarı başına giderler..
Peki ya siz hiç gittiniz mi?.





KASTAMONU TARİHÇESİ
Kastamonu’nun, arkeolojik bazı kazı ve yüzey araştırmaları sonucunda Paleolitik dönemden günümüze kadar kesintisiz bir kronolojiye sahip olduğu görülür.Anadolu arkeolojisi içerisinde bölge üzerine pek araştırma olmaması nedeniyle Kastamonu üzerine bilgiler de özellikle erken dönemler için çok yetersizdir. Kısıtlı sayıdaki yüzey araştırması ve kazı çalışmasına bakarak elde edilen veriler ise bölge arkeolojisinin Anadolu tarihi açısından yine de önemli olduğunu vurgular. Yapılan araştırmalar bölgenin Paleolitik dönemle birlikte neolitik, kalkolitik ve erken tunç dönemlerine kadar kesintisiz bir yerleşime sahne olduğunu gösterir.


Bu çağların sonrasında, M.Ö. II. Bin Anadolu tarihi coğrafyasına bakıldığında Kastamonu ve çevresinde Pala ve Tummana adı verilen kavimlerin yerleşik olduğu görülür. Bu kavimlerin kullandığı dile Palaca adı verilirken, çivi yazısı formatındaki yazılarını içeren çok az sayıda kil tablete de Hitit arşivlerinde rastlanmıştır. Büyük ihtimalle Transkafkasya kökenli olan bu kavimler yakın akrabaları olan Hititler ve Luwiler ile aynı çağlarda Anadolu’ya gelmiş ve bu bölgeye yerleştikleri düşünülmektedir.

 


TAPRAMMİ’NİN SIRRI
MÖ II. Binin sonlarında bölgedeki Hitit varlığı Kastamonu’nun Devrekani ilçesi sınırlarındaki Kınık kazısı ile ortaya konmuştur. Buradan elde edilen gümüş sanat eserleri klasik Hitit sanatının özelliklerini yansıtırken, kazılarda bulunan diğer arkeolojik buluntular da bölgenin Erken Tunç (M.Ö. 3000) döneminden itibaren iskân edildiğini gösterir.
Kınık kazıları, Hitit kültürünün somut kanıtlarını Kastamonu’da ortaya koyarken bir yandan da bu kazılarda bulunan özel bir metal kap sayesinde de önemini ortaya koydu. Taprammi Çanağı adı verilen üzerinde kabartma şeklinde av sahneleri bulunan kap, ismini üzerindeki Hitit hiyeroglifleri ile yazılmış “Taprammi” kelimesinden alır. Bu kelime bir isim olmakla beraber, bu ismin Hitit’in başkenti Hattuşa’da çok önemli bir tüccara ait olduğu da vakit geçmeden belirlendi.


Hititlerin yıkılmasıyla bölge bir müddet Phryg hakimiyeti altında kalıp, daha sonra Kastamonu sırasıyla Lydia, Pers, Helen ve Pontus Devletlerinin denetimine girer. Gnaeus Pompeus Magnus tarafından Roma İmparatorluğuna dahil edilen bölge, Bizans hakimiyeti sonrasında MS 1211 tarihinden itibaren kesin olarak Türk İslam bayrağını taşır.

Paphlagonia (Paflagonya) ve Homeros’un İlyadası’nda Paphlagonialılar
M.Ö. 1200’lü yılların sonlarına doğru Hitit Devleti yıkılırken Anadolu, özellikle Balkanlar’dan gelen Trak Kavimlerinin tarafından istila edilmişti. Bu Tak kabilelerinden olan ve özellikle Eskişehir Afyon dolaylarında hâkimiyeti bilinen Frigler Kastamonu bölgesinde de siyasal bir güç olmayı başarmışlardı. M.Ö. 7. Yy’da Kimmer istilasına maruz kalan bölge, daha sonra Lydia kralı Alyettes’in Kimmer tehlikesini ortadan kaldırması ile kral Kroissos döneminde ( M. Ö. 561-546 ), Lydia egemenliğine girmiştir. M.Ö. 546 yılından itibaren ise bölgede Pers hâkimiyeti başlar38.

M.Ö. I. Bin olarak anılan çağla birlikte Kastamonu Bölgesi Paphlagonia olarak adlandırılır. Bu bölgenin halkı açık olmamakla birlikte batıdan yani Balkanlar’dan gelmiş bir Thrak boyunun uzantısı olduğu düşünülebilir. Antik tarihçilerden Ksenphon Paphlagonia bölgesinde“Kotys” adlı bir liderden söz eder ki, bu isime Thrakialılar arasında sık rastlanır. Ancak, Thrak göçlerinden etkilense bile bölge, halkının önemli bir bölümünün bu bölgede M.Ö. II. Binyılda yaşadığı bilinen Palaların devamının olması daha da mümkün görünmektedir.

Yazılı kaynaklarda Paphlagonia ve Paphlagonia Bölgesinden ilk bahsedilen yer ünlü ozan Homeros’un Troya Savaşını anlattığı İlyada adlı eseridir. Homeros bu eserinde Paphlagonialıları Pylamenes ve oğlu Harpalion önderliğinde Akhalara karşı Troyalıların saflarında savaşan onurlu bir halk olarak gösterir.


Anadolu’da başlayan Pers hakimiyeti ile Papahlagonia Phrygia satraplığına bağlanmıştır. Aynı yıllarda yani M.Ö. 6. yy’da bölgenin kıyı kesimleri Ionia Bölgesi şehri olan Miletos tarafından kolonize edilmeye başlamıştır. M.Ö. 333 yılına gelindiğinde Büyük İskender yönetimi altına giren bölgede M.Ö. 298 yılında Ktistes Mitridates tarafından Pontus Devleti kurulmuştur.

GÜN YÜZÜNE ÇIKAN ANTİK BAŞKENT, POMPEIOPOLIS
Antik dönemin başlarında “Paphlagonia” olarak adlandırılan Kastamonu ve bölgesinde M.Ö. 65-64 yıllarından itibaren Roma hakimiyeti yaşanmaya başlar. Roma bölgenin kültür dokusuna nüfuz edemese de kendini bölgenin metropolisi yani başkentliğini de yapan Taşköprü’deki antik Pompeiopolis kentinde gösterir.


Bu antik kent M.Ö. 64 yılında kurulmakla birlikte en güçlü zamanını Roma İmparatoru Marcus Aurelius’un damadı olan Klaudius Severus’un valilik yaptığı dönemde (M.S II. yy) yaşamaya başlar. Bu yöneticiyle birlikte Pompeiopolis başkent konumuna yükselir. Kent, Paphlagonia Bölgesinde “Metropolis Sebaste” yani Paphlagonia’nın ana ve kutsal şehri konumunda anılmaya başlar.


M.S. 150–300 yılları arasında başkentliği devam eden kentin M.S. 325’ler itibariyle piskoposluk olarak temsil etmesi bölgede Hıristiyanlığın yayılmaya başladığını göstermektedir. M.S 536–553 yıllarında başpiskoposluğa yükselen kent M.S 13. yy’a kadar piskoposluk listelerinde var olmaya devam etti.


Antik kentte son iki sezondur Münih Üniversitesi’nden Prof. Dr. Latife Summerer başkanlığındaki uluslararası bir ekip tarafından arkeolojik kazı çalışmaları sürdürülmektedir. Antik kentin ana yapısının belirlenmesine yönelik yapılan kazı çalışmaları içindeki jeofizik çalışmalarında şu ana dek, hamam, agora (Pazar alanı-forum), iki adet tiyatro ve bir adette İmparator Augustus’a ait olduğu düşünülen bir tapınak yapısı belirlendi.


CASTAMON’DAN KASTAMONU’YA
Kastamonu ismine ilişkin bilimsel bir etimolojik çalışma yapılmamıştır. Kentin ismine dair birkaç farklı görüş olsa da günümüzde Bizans Döneminde bölgede hüküm süren Komnen Sülalesine atfen bulunan isimlendirme akla yakın gelmektedir. Bu isimlendirme kökeni ise Komnenlerin Kalesi anlamına gelen Kastra-Komnen olmasına karşın aynı sülale dönemi yazılı kayıtlarında Kastamonu, Castamon olarak görülür.


M.S. 11–12 yüzyıl Bizans kaynaklarında Kastamonu kenti ilk olarak Castamon olarak anılmaya başlar. Bu dönemde Bizans İmparatorluk ailelerinden Komnenoiler’e ait tahkimatlı bir yerleşim olarak karşımıza çıkan kent, 1084 yılı ile itibariyle Emir Kara Tigin Bey komutasındaki Türklerin eline geçer. Bu tarih ile Türklerle tanışan Kastamonu, 1211 yılına kadar Bizans ve Türklerin arasında sürekli el değiştirir.


1211-1212 tarihi ile birlikte Kayı Boyundan olan Emir Hüsameddin Çoban Bey tarafından bölge tamamen Türk hâkimiyetine geçirilir ve böylece Kastamonu’da Çobanoğulları Beyliği kurulur. Yaklaşık olarak 1295’li yıllara kadar hüküm süren bu beylikten sonra, Eflâni tımarına bağlı Şemseddin Yaman Candar tarafından yine Kastamonu merkezli Candaroğulları Beyliği kurulur. Bu dönemde kent bir ilim ve sanat merkezi haline gelerek, dönem Türk-İslam dünyası içerisinde saygın bir konuma yükselir. 1461 tarihine gelindiğinde Fatih Sultan Mehmed, beyliği Osmanlı Devleti sınırlarına katarak önemli bir sancak haline getirir.
Osmanlı imparatorluğu döneminde, idari taksimat bakımından, geçmişten gelen bir yönetim merkezi olma özelliğini sürdüren Kastamonu Sancağı, doğuda Samsun, batıda İzmit, güneyde Kalecik ve kuzeydeki doğal sınırı olan Karadeniz sahili ile imparatorluğun geniş bir eyaleti olarak, cumhuriyete kadar bir idari merkez konumunu sürdürmüştür. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte yapılan yeni değişikliklerle Kastamonu 12 ilçe ile birlikte, bir il olma özelliğini korumuştur.


MİLLİ MÜCADELE’DE ANITSALLAŞAN BİR KENT
Çanakkale Savaşları ile birlikte Milli Mücadele’de de çok önemli rol oynayan Kastamonu, bu savaşın kazanılmasında önemli bir etken olan İnebolu-Ankara lojistik hattında, İnebolu mavnacılarından başlayarak, kağnı kollarını çeken Şerife Bacılar, Halime Çavuşlar, Necibe Nineler ve 10 Aralık 1919 tarihinde Anadolu’nun ilk kadınlar mitingini yapan kadınlarına kadar anıtsallaşan isimlere ve efsaneleşen olaylara da imza atmıştır.


Çanakkale Savaşlarından başlayarak Milli Mücadele yıllarında artarak devam eden Kastamonu insanının göstermiş olduğu yararlılıkları, Mustafa Kemal Atatürk 1925 yılı 24 Ağustos tarihinde Kastamonu İnebolu ilçesinden başlatmış olduğu “Şapka ve Kıyafet İnkılabı” ile onurlandırmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün bu devrimi gerçekleştirme yerindeki seçimi; milletini seven geleneklerine bağlı ve ilerici Kastamonu ve Kastamonu halkının arasında olması ise asla tesadüfi değildir.
Türkiye’de bir ilk ve tek olarak T.B.M.M. tarafından 9 Nisan 1924 tarihinde İnebolu ilçemiz Mavnacılar Loncasına verilmiş olan Beyaz Şeritli İstiklal Madalyası ve Vesikası’da Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ilimize vermiş olduğu yüksek onurlardan bir diğeridir.
 

 

 
    Coğrafi Durum

Kastamonu ili Batı Karadeniz bölgesinde 41 derece 21' kuzey enlemi i!e 33 derece 46' doğu boylamları arasında yer alır. Deniz seviyesinden yüksekliği 775m.dir. Yüzölçümü 13.108,1 km²dir. Bu ülke topraklarının %1,7’syxini oluşturur.


Kastamonu İli çoğunlukla engebeli arazilerden oluşmaktadır, ilin kuzeyinde Batı Karadeniz Dağları bulunmaktadır. Karadeniz sahiline paralel olarak İsfendiyar (Küre) Dağları il merkezinin kuzeyinde, güneyinde ise yine doğu batı uzantılı Ilgaz dağları yer alır.


Türkiye’nin Karadeniz’e doğru uzanan çıkıntısının büyük bölümünü kapsar. Doğuda Çatalzeytin ilçesinin Sinop ile birleştiği noktadan, batıda Kerempe burnuna kadar kıyı düz bir şerit halinde uzanır. Kerempe Burnunda bariz bir çıkıntı meydana getirerek güney batı doğrultusunda Bartın il sınırına kadar kıyı devam eder. Karadeniz’e olan bu kıyının uzunluğu 170 km’dir.


Kastamonu’nun yüzölçümünün %74,6’sı dağlık ve ormanlık, %21,6’sı plato ve %3,8’i ovadan oluşur. Dağılımdan da anlaşılacağı gibi ilin tarıma elverişli geniş alanları yoktur. Ancak vadiler etrafında küçük ovalar göze çarpar. Bunlardan önemlileri Daday ve Taşköprü ovalarını içine alan Gökırmak ile Tosya tarım alanını kapsayan Devrez Vadileridir. Ayrıca Araç Cide ve Devrekani çay yatakları çevresinde de ekim ve dikime elverişli alanlar bulunmaktadır.

Münferit olarak Yaralıgöz Dağı (1985m.), Göynük Dağı (1770m.), Dikmen Dağı (1471m.), Kurtgirmez Dağı (1450 m.) ,Güruh Dağı (1493m.), Ballıdağ {1400 m.), lsırganlık Dağı, Harami Dağı ve Elek Dağı önemli yükseltileri teşkil etmektedir. İlin güneyinde ise Ilgaz Dağları uzanmaktadır. Bu Dağlar yüksek ve devamlıdır. Kuzeyde Gökırmak ve Araç Çayı, güneyde ise Devrez Çayı vadileri ile sınırlanmıştır. En yüksek noktası Çatalılgaz tepesi (2565m.) dır.

 

İlimiz Haritası


Tam Ekran  Normal
Tam Ekran  Normal
 

Tam Ekran  Normal
Tam Ekran  Normal


Tam Ekran  Normal
Tam Ekran  Normal






 

1898-1976
Halime Çavuş Kastamonu Halife bucağı(Duruçay) Köyündendir. Milli Mücedele de İnebolu’nun bombalanması sırasında ayağından yaralanmış, yaralı hali ile almış olduğu cephaneyi Sakarya cephesine kadar ulaştırmıştır. Milli Mücadele sonrası gösterdiği yararlılıktan dolayı İstiklal Madalyası ve maaşı ile taltif edilmek üzere Ankara’ya çağrılmış ve Atatürk’ün 1 hafta konuğu olmuştur. Madalya töreni sırasında kendisine hediye edilen Çavuş kıyafetini “ben gelinliğimi bu gün giydim” diyerek sırtına geçiren Halime Çavuş ölümüne kadar bu kıyafeti sırtından çıkarmamıştır. Sözlüsü cephede şehit olduğu içinde yaşamı boyunca evlenmemiştir.
 

 

 

<<geri [1] 2 ileri>> 


 

MUHİTTİN PAŞA İLE SAMATYALI OĞLU SÜLEYMAN REİS VE HAMAMCI KADİ SALİH REİS


Bombardımandan sonra hızla devam eden iki taraflı yardım. Hat ve Irkâp İhraç kumandanlığının gözetimi altında karaya çıkarılıyordu. Silâh ve cephane yüklü denk kayıkları çekek yerinde feleğe bastırılır, baştan kara sıralanır,ırgat ve yoma takımları ile dışarı posta edilirken diğerlerini bekletmek doğru olmadığından asker ve halkın yardımı ile çabuk Boşaltılır ve görünmeyecek yerlere taşınır. Oradan arabalarla İki çay’a aktarılırdı.


13/Haziran/921 günü sabahleyin Muhittin paşa yine Yarbaşına gel¬mişti, yanında idik çekek yerindeki kaynaşmayı, kayıkçıların gayretini, halkın yardımını sevinç dolu gözyaşları ile seyrediyordu Etrafındakilerin bombardıman hikâyelerini dikkatle dinliyorken paşanın gözlen hay¬retle kıyıda bir noktaya takıldı kaldı.


Cephane yükünü boşaltan deniz boyalı büyük bir denk kayığının ba¬şında lacivert zıpkasının paçalarını sıvamış çırpıntıya kadar suya gir¬miş, başı âbânili kırmızı yüzlü, beyaz sakallı, Trablus kuşaklı, uzunca lacivert paltosu ile iri gövdeli bir ihtiyarın kayıktan iki taraflı cephane sandıklarını omuzlayan İneboluları "Haydi oğullarım, “birer sandık alın.. haydi kardeşlerim çabuk olun" diye bağırarak teşvik ettiğini gördü. Bu manyetizmalı ses bu fedakârlık tablosu, paşayı kendine çekerek bir¬den bire yanındakilerden ayrıldı. Yürüdü. Yarbaşı merdivenlerinden iner¬ken ihtiyar haline bakmadan yalıdan ağır bir top güllesini sırtına alarak merdivenleri ıkıana ıkına çıkmağa çalışn İnebolu’lu Hamamcı kadı diye anılan 70 lik Salih reisi gördü.


Hamamcı kadıya acıyarak, yardım maksadı ile "Baba.. bana ver de merdiveni çıkarayım" dermesi üzerine Salih Reis terli başını kaldırmaksızın "Benimkini isteteyeceğine kör müsün git te kayıktan al" diye paşayı, bilmeyerek tersledi. Güllesini vermedi. Paşayı kızdı sanan. Peşindekiler aldandılar. Paşa "Pekala… pekala" diye mırıldandı. Ve "Bu millet ölmez"  diye söylenerek yürüdü. Heyecanlı idi zincirlerin üzerinden atlayarak cephane kayığının başına geldi. Arkası dönük işine ve sesine devam eden ihtiyar deniz kurdunun sakalını okşamak ve bu örnek fedakârı şükranlamak istedi. Çizmeleri ile çırpıntıya yürüyen Paşa, koca ihtiyarın sol omuz gerisinden sakalını okşamak isterken, ne olduğunu anlayamayan ve ihtimâl yersiz bir şaka sanan bu sevimli ihtiyar tanımadığı bu zâta başını bile çevirmeden "Oğlum sakal sevmenin sırası mı? Ne duruyorsun bir sandıkta sen al” diye azarlaması ve paşayı tanıyınca tevazu ile elle¬rine sarılarak özür dilemesi Muhittin paşayı büsbütün coşturdu. Ve ağlayarak bu ihtiyarı kucakladı. Pamuk sakalını öptü.


Orada toplananlara (mevki kumandanı Nidai bey. Liman reisi Neyyir bey. daha birkaç kumandanla, yaver yüzbaşı Halil Yaşar, muhafızı eser sahibi Nurettin Peker, kayıkçılar kâhyası İlyas kaptan ve daha bazı zevat ve ileri gelen yaşlı kayıkçılar) yetmiş beşlik Samatyalı oğlu .Süleyman Reisi ve Yarbaşı merdivenlerindeki yetmişlik Hamamcı Kadı Salih Reisi ve gözleri önünde cephane taşıyan ihtiyar anaları ve İneboluları övdü. Ve coşarak düşmanı pek yakında yok edeceğiz, dedi. Ve nemli gözlerini silerek bu canlı tablodan ayrıldı.

 

 

 
 
    Kastamonu Nutku

(30 Ağustos 1925)
Efendiler!

Meşhudatımın en kıymetli kısmı bu güzel mıntıkanın samimi halkının çok münevver ve çok geniş ve yüksek bir zihniyet sahibi olmalarıdır.İtiraf etmeliyim ki bu seyahatimden evvelki malümatım , meşhudatımın hasıl ettiği kanaatlerden çok başka idi.Muhterem mebuslarınız Ali Rıza Bey , Mehmet Fuat Bey gibi zevat bulunmasaydılar , sizi mümkün olduğu kadar olduğunuzun aksine tanımak için çalışanlar ezhanı teşvişte kim bilir ne kadar ileri gitmeğe muvaffak olacaklardı.Asarı fi’liyesini memnuniyetle görmekte olduğum ali telakkiyatınız bittabi bir anda , bir günde tekevvün edemezdi.Böyle bir iddia serdetmek aynı cehalet olur.Şüphe yok , bu havalinin muhterem halkı esasen medeni tekamülün silsilei tabiyesi üzerinde ilerlemekte idi.Ve ilerlemektedir.Bu gün ben o tekamülün tabii tecelliyatının mesud bir şahidi bulunuyorum.Bu hakikatın aksini ifade ve izah ederek teceddüt hatvelerimizi felce uğratmaya yeltenen sebükmağza , hükümlerini verirken kendi yarım yamalak ilimlerine , çürük mantıklarına , nakafi akıllarına istinat etmiş olduklarına sanip oluyorum.Bu zavallı hodbinler böyle yapacaklarına halkın hissi selimine müracaat etselerdi , ondan feyiz ilham alsalardı , kendilerine bu gün şayanı hande hacil bir vaziyette bırakan bu kadar müstekreh hatalara düşmezlerdi.Fakat hissi selimin ; akıl , mantık ve marifetin fevkinden haizi ehemmiyet olduğunu takdir etmek yalancı alimlerin işine gelmez.


Arkadaşlar ,
Milletimizin sağlam bir şuura malik olduğuna , kahramanı olduğu büyük ve fi’li asar ve hadisattan sonra kimsenin şüphe etmeğe hakkı kalmamıştır.Şuur daima ileri ve yeniliğe götürür.Ricat kabul etmez bir haslet olduğuna göre , Türkiye Cumhuriyeti halkı ileriye ve teceddüde uzun hatvelerle yürümeye devam edcektir.Şuura illet tari olmadıkça geriye gitmek veya tevakkuf varidi hatır dahi olamaz.Asırlarden beri masruf menfi cehdü gayretler zaman zaman milleti uykuya daldırmış olmakla beraber milletin şuurunu felce uğratmağa asla muvaffak olamamıştır.Bu hakikat milletin bugün gösterdiği asarı şuur ile kendiliğinden sabittir.Eğer şuurda maluliyet olsaydı onu bugünkü ciadetinde ihya etmek desti kudretten bile muntazam değildir.

Efendiler ,
Milletin temayülü hakikisi hilafında zehaplarda bulunanlara iltifat etmedik.Bununla bir hassa bugün çok müfterihim. Bundaki sırrı isabeti izah için derhal arzetmeliyim ki : bizim ilham menbaımız doğrudan doğruya bütün Türk Milletinin vicdanı olmuştur.Ve daima olacaktır.Bütün harareti , feyzi , kuvveti , vicdanı milliden aldıkça bu teşebbüsatımızda milletin hissi selimini rehber ittiaz ettikçe , şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonrada milleti doğru hedeflere isal edeceğimize imanımız kavidir.

Hakiki inkilapçılar onlardır ki , terakki ve teceddüt inkilabına sevk etmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki temayülü hakikiye nüfuz etmesini bilirler.Bu münasebetle şunu da beyan edeyimki , Türk Milletinin son senelerde gösterdiği harikaların , yaptığı siyasi ve ictimai inkilapların sahibi hakikisi bizzat kendisidir.Sizisiniz.Milletimizde bu istida-ı tekamül mevcut olmasaydı , bunu yaratmağa hiçbir kuvvet ve kudret kifayet edemezdi.Herhangi bir vaz’ı tekamülde bulunan bir kitlei beşeri , bulunduğu vaziyetten kaldırıp damdan düşer gibi filan mertebei tekamüle isal etmek ademi imkanı tabiisi muhtacı izah değildir.

… Efendiler ! yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkilapların gayesi , Türkiye Cumhuriyeti Halkını tamamen asri ve bütün mana ve eşkali ile medeni bir heyeti ictimaiye haline irsal etmektir.İnkilaplarımızın umdei asliyesi budur… bu hakikatı kabul edemeyen zihniyetleri tarumar etmek zaruridir.Şimdiye kadar bu milletin dimağını paslandıran , uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur.Herhalde zihinlerde mevcut hurafeler kamilen tardolunacaktır.Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek imkansızdır.Türbelerden , yalancı evliyalardan , ölülerden istimdat etmek medeni bir heyeti ictimaiye için şindir.

… Mevcut tarikatların gayesi , kendilerine tabi olan kimseleri dünyevi ve manevi hayatta mazharı saadet kılmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin , fennin bütün şümuliyle medeniyetin muvahcehci şulebasında filen ve falan şeyhin irşadiyle saadeti maddiye ve maneviye arayacak kadar iptidai insanların Türkiye camiai medeniyesinde mevcudiyetini asla kabul etmiyorum.

Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler , dervişler , müritler , mensuplar memleketi olamaz.En doğru ve en hakiki tarikat , tarikatı medeniyedir.Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kafidir.Rüesayı tarikat bu dediğim hakikatı bütün vüzuhiyle idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekkelerini kapayacak , müritlerinin artık vasılı rüşt olduklarını elbette kabul edeceklerdir.

Arkadaşlar ; huzurunuzda muvacehei millete beyanı teşekkür ederken hissettiğim ve gördüğüm hususatı olduğu gibi söylemeyi tarih ve vicdan karşısında vazife bilirim.

Hükümeti Cumhuriyetimizin bir Diyanet İşleri Riyaseti Makamı vardır.Bu makam merbut müftü , hatip , imam gibi muvazzaf bir çok memurlar bulunmaktadır.Bu vazifedar zevatın ilimleri , faziletleri derecesi malumdur.Ancak bu yolda vazifedar olmayan bir çok insanlar da görüyorum ki , aynı kıyafet iktisasında berdevamdırlar.Bu gibiler içinde çok cahil hatta ümmi olanlarına tesadüf ettim.Bilhassa bu gibi cühela , bazı yerlerde halkın mümessilleriymiş gibi onların önüne düşüyorlar.Halkla doğrudan doğruya temasa adeta bir mani teşkil etmek sevdasında bulunuyorlar.Bu gibilere sormak istiyorum.Bu sıfat ve selahiyeti kimden , nereden almışlardır.Malum olduğuna göre milletin mümessilleri intihap ettikleri mebuslar ve onlardan teşekkül eden Türkiye Büyük Millet Meclisi , Meclisin itimadına mahzar Hükümeti Cumhuriyettir.Bir de mahalli müntehap belediye reisler ve heyetleri vardır.Millete hatırlatmak isterim ki , bu laubaliliğe müsaade etmek asla caiz değildir.Her halde sahibi salahiyet olmayan bu gibi kimselerin muvazzaf olan zevat ile aynı kisveyi taşımalarındaki mahzuru hükümetin nazarı dikkatine vazedeceğim.

…İnebolu’da ve bazı yerlerde söyledim.Bugünün meselesi gibi mütalaa edileceğinden burada da bahsetmek istiyorum.Her milletin olduğu gibi bizimde bir milli kıyafetimiz varmış fakat gayri kabili inkardır ki taşıdığımız kıyafet o değildir.Hatta milli kıyafetimizin ne olduğunu bilenler içimizde azdır bile.Mesela karşımda kalabalığın içinde bir zat görüyorum.Başında fes , fesin üstünde yeşil bir sarık , sırtında bir mintan , onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir caket , daha alt tarafını göremiyorum.Şimdi bu kıyafet nedir? Medeni bir insan alelacaip kıyafete girip dünyayı kendine güldürür mü?

…Devlet memurları da , bütün millet de kıyafetlerini tashih edecektir.Fen , sıhhat noktainazarından ameli olmak itibariyle , her noktainazarından tecrübe edilmiş medeni kıyafet iktisa edecektir.Bunda tereddüte mahal yoktur.Asırlarca devam eden gafletin acı derslerini tekrarlamağa takat yoktur.Adam olduğumuzu , medeni insan olduğumuzu isbat ve izhar için icap edeni yapmakta taannüt adamlıkla kabili telif değildir.

Arkadaşlar , Türk milleti çok büyük vakalarla isbat etti ki , müceddit ve inkilapçı bir milletdir.Son senelerden mukaddem de milletimiz teceddüt yolları üzerinde yürümeğe , içtimai inkilaba teşebbüs etmemiş değildir.Fakat hakiki semereler görülemedi.Bunun sebebini araştırdınız mı? Bence işe esasından , temelinden başlanmamış olmasıdır.Bu hususda açık söyleyeyim.Bir heyeti içtimaiye , bir millet , erkek ve kadın denilen iki cins insandan mürekkeptir.Kabil midir ki , kitlenin bir parçasını terakki ettirelim.Diğerini müsamaha edelim de kitlenin heyeti umumiyesi mahzarı terakki olabilsin? Mümkün müdür ki , bir camianın yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı semalara yükselebilsin? Şüphe yok ; terakki adımları , dediğim iki cins tarafından beraber arkadaşça atılmak ve iş terakki ve teceddütte birlikte Kat’i merahil edilmek lazımdır.Böyle olursa inkilap münteci muvaffakiyet olur.Memnuniyetle meşhudumuz olmaktadır ki , bugünkü nişvarımız hakiki icaba takarrup etmektedir.Her halde daha cesur olmak lüzumu aşikardır.

…Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki , başına bir yemeni , peştamal veya buna mümasil bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya bir yere oturarak yumulur.Bu tavrın mana ve medlülü nedir? Efendiler , medeni bir millet anası , millet kızı bu garip şekle bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hal milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır.Derhal tashihi lazımdır.


Turkiye'nin cagdaslasmasi surecinde de Kastamonu'nun ayri bir yeri vardir. Ataturk
23 - 31 Agustos 1925 tarihleri arasinda Kastamonu ve Inebolu'da "Sapka ve KIyafet Inkilabi'ni" baslatmistir. 1941'de ziyaretcilere acilan Kastamonu Muzesi'nde Ataturk'un gelisi ile ilgili anilari belgeleyen fotograflarini gormek mumkundur. Muzede ayrica Kastamonu ve cevre illerde yapilan kazi ve arastirmalarda ele gecirilen arkeolojik eserler ve etnografik yapitlarda sergilenmektedir.
 



 
    İzmir'in İşgalinde Kastamonu

Mustafa Kemal Paşanın Samsun'a gelişinden dört gün evvel 15/ Mayıs/1919 da Yunanlılar İzmir’i işgal etmişlerdi. Yunan tümeninin Efzon alayına İzmir'deki on yedinci kolordu komutan ve subaylarının karşı gelmemeleri veya geri çekilmeleri yakın tarihte ikinci bir leke olmuştur. Birincisi 912 Balkan harbinde Hasan Tahsin paşanın karşı gelmeden Selanik’i Yunan ordusuna teslim etmesi, İkincisi İzmir’in teslimidir.


( İzmir’in işgalini kolaylaştıran sebeplerden birisini Antalyalı sayın Dr. Ferruh Niyazi Ayoğlu'nun bu esere verdiği hatıralardan dinleyelim.)
“923 de Diyarbakır'dan Antalya'ya gelirken Kıbrıs'tan vapurla Rodos'a geçen Antalyalı tanıdık bir Rum dan duydum. O bunu anlatırken kendisinin bu işte suçu olmadığını anlatmak istemişti. Vak'anın İzmir'in işgaline yardımı olduğu için kısaca anlatayım.


Antalya'mızın Mütareke yıllarında azan Rumları patrikhaneye müracaatla kendilerini sürgün eden Nurettin paşa ile Miralay Şefik beyin cezalandırılmalarını ısrarla istemişler, patrikhanede o vakit İzmir de Kolordu K. ve Vali Vekili Nurettin paşanın azlettirildiğini cevaben bildirmiş, bu azil İzmir’i kudretli bir kumandandan mahrum bırakmış olduğu için İzmir’in işgalinde milletimize yakışan kahramanlık gösterilememiştir. Bu kanlı facianın vukuuna memleketimiz Rumları da böylece yardım etmişlerdir.”


Bu bilgiden öyle anlaşılıyor ki Patrikhane, İzmir işgalini kolaylaştıracak sebepleri daha önce düşünmüş ve gerçekleştirmiştir.

 


Türk askeri teslim olunca halk da teslim oluyor, olmayanlar şehri terk ediyor, bunun psikolojik sebepleri vardır. Türk milletinin eskiden beri bir hükümdar idaresinde mutlak emirlerle hareket etmeğe alıştırılmış bulunmasıdır. İnsanların özel ve tüzel kişiliğini eriten bu terbiye ve idare sisteminin sakatlığı her zamanki gibi bir defa daha sabit olmuştu. Hürriyet havası içinde halkın kendi kendini idare etmesi demek olan Demokrasinin iyilikleri böyle zamanlarda belli olmaktadır İzmir'in işgal edildiği öğrenilince Kastamonu ve mülhakatı halkı çok heyecanlanmış ve ertesi gün 16/Mayıs/919 da Kastamonu merkezinde ve bütün mülhakat şehirlerinde mitingler ve çeşitli gösteriler yapılmış ve millî matem tutulmuştur.


Kastamonu da halk, okullar, asker sivil memurlar, medreseler ve hocalar Şeyhlerine varıncaya kadar saman pazarında toplanmış ateşli sözler söylenerek protostolar yazılmış ve dualar edilerek millî matem ilân edilmiştir.


Hatta İnebolu'da basılan protesto kartları İtilâf devletleri temsilcilerine ve tanınmış yabancı adreslere posta ile gönderilmiştir. İlk mitingten sonra Mustafa Kemal Paşanın yine Havzadan, aynı makamlara gönderdiği 28, Mayıs/l919 günlü telgraf üzerine, İzmir, Manisa Aydının işgaline sükût edilmiyerek üçgün devamlı mitinglerle milletçe gösteriler yapılmış çok hararetli ihtifallerden sonra itilâf devletlerine protostolar tekrarlanmıştır.

Nurettin Peker 1918-1923 İstiklal Savaşının Vesika ve Resimleri, İnönü,Sakarya,Dumlupınar Zaferlerini Sağlayan İnebolu ve Kastamonu Havalisi – Gün Basımevi –İstanbul, 1955
Sahife: 28-29

 

 

Bugün 13 ziyaretçi (17 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol